|
Ramazan gidiyor.
Eski padişahlarımızdan birinin dediği gibi "Senenin on bir ayı
hasreti çekilen" bu kısa gufran devresi, bu sefer kimse farkına
varmadan nihayete eriyor. Dün gece minarelerden "Elveda" sesleri
duyuldu. O zaman anladım ki mübarek ayın sonundayız.
Çocukluğumda
ramazanın yirmisinden itibaren beni garip bir hüzün kaplardı.
Oyunlarıma bir neşesizlik, çalışmalarıma bir isteksizlik gelirdi.
Her sabah yatağım içinden kalbimde bir derin acıyla uyanırdım ve
kendi kendime "Bir gün daha gitti, bir gece daha gitti. Bugün
yirmi beşi, yarın yirmi altısı, öbür gün..." daha ziyade
sayamazdım. |
Bu bana yakınımdan birinin
öleceği günü hesap etmek gibi muzlim ve acayip görünürdü. Vakıa bir
zamanlar salih, abit Müslüman evlerinde ramazanın son günleri bir
hastanın sekerat demleri kadar müellimdi. Herkeste sanki aile
rüesasından biri ölüm döşeğine yatmış gibi bir his hasıl olurdu.
Teneffüs edilen havada mukaddem bir yas kokuşu sezilirdi. Ve camilere
gidilip ağlanırdı. Oraları hüzün ile taşan gönüllerin alabildiğine
boşandığı yerlerdi.
Hiç unutmam bir gün
-ramazanın sonlarına doğru idi- evimizin yakınında bir küçük camiye
gitmiştik. Beyaz sakallı küçücük bir ihtiyar hoca vaaz ediyordu. Cemaat
çok değildi. Fakat kürsünün etrafı pek samimi bir halka ile çevrilmişti.
Vaizle samiler adeta tatlı bir hasbihale dalmış gibiydiler. Beyaz
sakallı hoca diyordu ki:
-Ey din kardeşlerim! İşte
ramazan-ı şerifin sonuna eriyoruz. Mübarek ay bizi terk edip gidiyor.
Fakat bana öyle geliyor ki, o bu yıl bizden küskün ve muğber olarak
ayrılıyor. Zira bu yıl geçen yıllardan daha çok günah işledik. Gelecek
yıl günahlarımız daha ziyade artacak. Zira devirler değişiyor.
Devirlerle beraber gönüller de değişiyor. Gitgide hepimizden Allah
korkusu kalkıyor. Peygamberin emrine itaat azalıyor. Birtakım bidatler
eski adetlerin yerini tutuyor. Ahkam-ı Kur’aniye yerine birtakım batıl
kitaplara itikat ediliyor. Gençlerimizde ulü'l-emre itaat kalmadı.
Büyüklerimizin kalbinde sıdk ve hulüsdan, şefkat ve merhametten eser
yoktur. Ey din kardeşlerim, günahlarımız başımızdan aştı. Mübarek ayın
huzur-ı Rab'de bizim için şefaate yüzü kalmadı. Vay halimize, vay
halimize!
Ve cemaatin arasında diğer
bir ihtiyar başını iki elleri arasına almış hıçkırarak ağlıyordu.
Diğerleri "Allah, Allah! Allah, Allah!" diyordu. Beni de uhrevî bir
korku ile karışık derin bir hüzün istila etti ve içimden kendi kendime
ahdettim ki ömrümün sonuna kadar Allah'ın emirlerine münkad kalacağım.
Fakat çocukluğumdaki
ahidlerin birçoğu gibi bittabi bunu da tutmadım. Sıtmalı bir gençlik
rüzgarı, devrin girdaplarıyla karışarak bende iyi, saf ve masum ne varsa
aldı götürdü. ‘Ben’ derken biliniz ki mensup olduğum nesil namına söz
söylüyorum. Bu neslin hiçbir şeye itikadı yoktu ve ihtirasatı layetenahî
idi. Mihver-i hareketi ya bir kin, ya bir arzu idi. Kalbi
tevessü etmiş bir mideye benzerdi. Ne verseniz doymayacak gibi
görünürdü. Fakat ilk lokmada tıkanır kalırdı. Kendinden evvelki nesle
karşı kaba insafsız ve müstahkardı. Babamız lakırdı söylerken
kahkahalarla gülmeyi zekamızın bir hakkı zannederdik. Ve henüz on sekiz
yaşımızda iken validemize bir çocuk muamelesi ederdik. Dinî hayata karşı
mübalâtsızlığı ise şerefli bir şey sanırdık. Namaz kılmayı bilmiyoruz
demeyi alimane bir söz, alenen oruç yemeyi kahramanane bir hareket ve
büyük babaca Voltaire'den bahsetmeyi bir ulüvv-i cenab telakki eylerdik.
Validemizin bir kese içinde baş ucumuza astığı Kur’an-ı kerim'i yerinden
indirip ve kılıfından çıkarıp alelade kitapların arasına sokmayı en asrî
ve en asil ve en zarif hareketlerden sayardık.
Yegane inandığımız, yegane
hürmet ettiğimiz şey "asır" di, asrın ilmi terakkiyatı idi. Birbirimize
ikide bir "Yirminci asırdayız! Düşününüz efendim yirminci asır!" derdik.
Yirminci asır bizi aldattı ve ramazan ayları bize küstü. Şimdi ne
yapmalı? Nereye gitmeli? Dün
gece odamın penceresinden minarelerdeki "Elveda" seslerini
dinlerken birdenbire çocukluğumun ramazan sonlarına doğru gönlümü
kaplayan o eski hüznüne düştüm ve o küçük camideki beyaz sakallı hocanın
sözlerim ve ondan sonra gençliğimin, gençliğinuzin ilk devresini teşkil
eden o kıymetsiz, o adi ve kaba yılları hatırladım. Çocukluğumdaki son
vaazı dinlediğim günden bu son ramazana kadar geçen zaman zarfında
dünyaya ve ahirete layık ne yaptık, ne işledik? diye kendi kendime
sordum. Arkamızda bıraktınmız bu uzun yolda şüpheden, tereddüdden, yeis
ve elemden, tatmin edilmemiş iştihalardan ve bir sürü küfür ve maasîden
başka ne var? Yüksek, asil ve ulvî sıfatlarına müstahak nasıl bir eser
bıraktık? Bugüne kadar bütün ömrümüzün hulasa-i manası hep sur ve şüriş
hep fitne ve nifak değil midir?
Elveda ey ramazan, elveda!
Asır bizi aldattı, sen bize küstün. Halimiz ne olacak? Nerede şifa,
nerede gufran bulacağız? Bu yıl milyonlarca Müslümanın gözlerinden
çeşmelerden akan sular gibi yaşlar boşanıyor. Senelerden beri
çeşmelerden akan sular gibi milyonlarca Müslümanın damarlanndan oluk
oluk kanlar aktı. Bu yaşlar, bu kanlar günahlarıcnızı silmeye hala kafi
gelmiyor mu?
(İkdam, 26 Ramazan 1338/14
Haziran 1920)
|